...
Size bir haber daha vereyim: Gönderdiğiniz ikinci kitap da cezaevi güvenliği için tehlikeli görülüp verilmedi, itiraz ettim, henüz infaz hakimliğinden ''beklenen-malum'' karar gelmedi. Ama ''METASTAZ'' için yaptığım itiraz reddedildi. Can Dündar’ın ''Tutuklandık'' kitabı iki yönden tehlikeli imiş (eğitim kurulu kararına göre) Birincisi Can Dündar da terör örgütü üyesi iddiasıyla tutuklanmışken yurt dışına kaçıp dönmemesi ikinci olarak da MİT Tırlarında silah olduğu iddiasında bulunması... İşte bu iddiaları içeren kitap bana verilseymiş cezaevinin güvenliği olumsuz etkilenebilecekmiş! Kısaca yaptığım itirazda şunları yazdım: ''Umarım kurum güvenliği kavramını kararınızda açıklarsınız da devletin resmi bir kurumu daha fazla itibarsızlaştırılmaz, yıpratılmaz. Tutuklandıktan uzun süre sonraya kadar devletin (ve yargının) düşürüldüğü duruma üzülüyordum fakat artık değil. Bu gibi şeyler artık mizah ihtiyacımızı karşılıyor! Ya müsebbibi biz olmadığımız bu durumlara son verirsiniz ya da idarenin keyfi tasarruflarını tescilleyerek 'infaz hakimi' değil 'yargısız infaz hakimi' olduğunuz yönündeki kanaatimi pekiştirirsiniz! Karar sizin...''
''Kifayetsiz muhterisler'' devrinin yargısı bugüne kadar çok şükür beni utandırmadı, her iddiamı tescilledi... ama ben bıktım artık haklı çıkmaktan bıktım! Zaten suçumuz da bu değil mi?
Amin Maalouf'un Semerkant romanını yeni okudum. Bir yerde ''zayıflar için haklı olmak bir suçtur ve iki kat cezaya çarptırılırlar'' der. Madem haklıyız, suçumuz buysa, cezasına da razıyız. Duruşmada dediğim gibi ''suçumuz buysa suçumuz derdimizdir, suçumuzu seviyoruz'' varsın ''körler memleketinde görmek bir hastalık sayılsın'' (Cenap Şehabettin)
Bir memleket ki körler sağırlar birbirini ağırlar. Taşlar bağlı, köpekler serbest, tilkiler kümeslere bekçi, kuzular kurtlara teslim! hayır daha fenası... kuzuları kurtlar değil çobanlar yiyiyor! Minare güpegündüz ve kılıfsız çalınıyor; haksızlık hak, yolsuzluk yol bellenmiş, bir zamanların mücahitleri ''inşaat ya Resulallah'' diyerek müteahhit oldular! Üstüne üstlük ''aldatma ustaları'' olup firavun gibi ''halkın aklını çeldiler'' Rabbim içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak etmesin. İbni Mukaffa'nın asırlar öncesinden yaptığı tespit ile; ''en kötü zaman, yönetenin ve halkın zulümde birleştiği zamandır.'' Bir halk ki zulüm altında ama farkında değil ve daha da kötüsü zalimden yana! Özgürlük düşmanı halinden memnun köleler gibi!.. Hazreti Ali’nin ifadesiyle ''zulüm iki taraflıdır zulmeden ve zulme razı olan''
Bakıyorum her fırsatta Firavun ve Nemrut‘dan, hilafeti saltanata çeviren Muaviye ve Yezit'den, kıtalar dolaşan Ebu Cehil'lerden söz ediliyor. İyi ama bunların karşısında, Hz. Musa, Hz. İbrahim, Hz.Ali ve evlatları, Hz. Peygamber ve ümmeti vardı. Onlardan ne haber?
Herkese mi imanın en alt derecesi olan; haksızlıkları zulümleri kalbiyle buğzetmek (kınamak) düştü? Herkese mi viranelerin yasçısı baykuş olmak düştü? Herkese mi Endülüs’ün son yöneticisi gibi oturup kadınlar gibi ağlamak düştü? (kadınlar gibi ifadesini o kişi hakkında annesi kullanmıştı ben değil)
Bu kadar haksızlık zulüm karşısında susan ''dilsiz şeytanlar'' vicdanlarına nasıl bir susturucu takmış?
...
Savunmamda ''olmayan adaleti adaletin bakanlığı'' diye bir başlık açmıştım. Burada Türkiye-İsviçre heyetleri arasında yaşandığı belirtilen bir diyaloğa yer vermiştim. Türk heyeti İsviçrede denizcilik bakanlığı olduğunu öğrenince şaşırıp sorar ''nasıl olur sizde deniz yok ki?'' İsviçre heyeti de cevap verir ''sizde de adalet yok ama bakanlığı var'' Dolayısıyla kimse olmayan adaletin bakanlığına seslenip, bilgisi, haberi yokmuş gibi ''yüksek yargıç üç yıldır hücrede bunların hesabını nasıl vereceksiniz?'' diye sormasın. Bizzat Adalet Bakanlığının emri-talimatı ile Sincandan bir gecede Keskin'e Silivri’ye Ereğli‘ye nakledildik.
Hücre şartları yazmakla bitmez. Bir kısmını birleşmiş milletlere müracaat amaçlı olarak avukat hanıma yazıp vermiştim. Bunlar kesinlikle insanlık dışı, zalimane, işkence teşkil eden muamelelerdir. Avukat hanımdan isteyip al, benim söylediğimi belirterek, mümkünse ingilizcesi ile birlikte. İşte bu gibi şeyleri mektuba yazamam çünkü kesinlikle o mektup gönderilmez. Burada anayasal bir hak olan şikayet bile açıkça ''tehdit'' olarak algılanıyor!? Ayrıca bu gibi muameleleri kimse ziyaretçisine söylemek istemiyor. Neymiş, üzülmesinler!.. Arkadaş, bu senin benim sorunum değil, bu bir insanlık suçu hatta soykırım, söylenmez yazılmazsa nasıl kamuoyu öğrenecek? Ayrıca ziyaretçilerimiz dışarda çok mu mutlu mesut ki üzülmesinler, onlar da en az bizim kadar yokluğa, sivil ölüme mahkum edilmiş durumdalar.
Hatta bu yaşanan, yaşatılan haksızlıklar ve zulümleri neredeyse ''benimsemiş, içselleştirmiş'' kimseler var! Bundan sevap umarak ''teslimiyet, tevekkül'' anlayışı (!?) içinde... Bunlar benim anlayabileceğim şeyler değil. Evet zor zamanlardayız ama önemli olan da bu değil mi? Zor zamanlarda konuşmayacaksak, yazmayacaksak, zalime zulmünü yüzüne karşı haykırmayacaksak ne zaman konuşacağız? Bütün acılar, elemler geçtikten sonra hey gidi günler diye başlayarak torunlarımıza mı anlatacağız?..
Mektubunda birisinin ''cezaevinde yüksek yargıçlara, hakim savcılara bunlar yapılıyorsa diğerlerine ne yapılmaz ki'' diye yazdığını belirtmişsin. Doğru demiş ama asla tahmin edilemez neler yapıldığı.. 12 Eylül sonrası Diyarbakır cezaevi desem akla neler gelir acaba? Zamanaşımına uğramayan suçlar desem?! Bilenler bilir..
Adalet Bakanı kamuoyu önünde söz versin etkili bir soruşturma yapılacağına; bir kamu görevlisinin işleyebileceği her suçun işlendiğini ispatlayabiliriz. Fakat mümkün değil, ''FETÖ'' sanıkları her türlü suçun şüphelisi, sanığı olabilir ama zinhar hiçbir suçun müştekisi, ihbarcısı olamaz!.. Zaten kamu görevlilerine OHAL Kararnamesi ile getirilen her türlü ''adli, idari, cezai, mali dokunulmazlık'' kanun hükmü haline getirildi!.. Ve inanıyorum ki en yüksek seviyede sırtları sıvazlanıp her türlü hukuksuzluk içinde teminatlar verilmiştir. Aksi halde asla ve asla mümkün değil bu yapılanların; açıkça, inanılmaz cüret ve cesaretle yapılması!..
Evet bu ülkede başbakan ve bakanlar asıldı. Yargıtay Başkanlığı da yapan Sami Selçuk daha geçenlerde ''O mahkeme ve yargılamanın yargı ve adalet tarihimizde utanılası bir kesiti olduğunu, Menderes ve arkadaşlarının asılmasının, devletin tasarlayarak işlediği yüz kızartıcı bir cinayet olduğunu'' açıkladı. Ve bu ülkede İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken Erdoğan cezaevine girdi, Genelkurmay Başkanı Başbuğ tutuklandı, M. Haberal, dış işleri ve adalet bakanlıkları yapan M. Ağar tutuklandı ve hapis yattı. Ama hepsi içinde cezaevleri özel olarak dizayn edildi, her türlü konfora imkan sağlandı. Hatırlıyorum, ve hiç unutmuyorum M. Haberal tutuklu olarak hastanede iken, bir elinde tespih olduğu halde, yılışık yılışık gülerek dalga geçiyordu! ve o ortamda görevini (Rektör-başhekimlik) yürütüyordu. Bize uygulanan ise ağırlaştırılmış tutukluluktur ve hiçbir kanunda, mevzuatta yeri yoktur. Çünkü biz ''dünyanın en tehlikeli terör örgütü'' üyeleriyiz!.. Evet sulh ceza hakimleri böyle yazıyordu kararlarında. Ne oldu? AİHM'de BM'de hiçbir delil olmadan tutuklandığımızı açık açık belirttiler. (bakınız Alparslan Altan kararı, bakınız Hamza Yaman Mestan Yayman kararı.) Bu tespitler iki yüze yakın yüksek mahkeme üyesi ve binlerce hakim savcı için de geçerlidir.
...
Aslında devlet de (Adalet Bakanlığı ve kurum idaresi de) bizim terörist olmadığımızı, olamayacağımızı biliyor. Bilmese ve böyle kabul etmese, ''terör örgütü üyeleri'' ile ''itirafçıları'' aynı koğuşta tutar mı? Bu uygulamanın PKK, İŞİD ve diğer terör örgütleri için yapılması mümkün mü? Mümkün müdür PKK’lı bir tutuklu, hükümlünün haksız-hukuksuz da olsa her uygulamaya rıza göstermesi, yemek verildi bahçeye çıkarıldı diye teşekkür etmesi?! Az önce de belirttim ibadet neşvesi içinde zulümlere boyun eğenler var.
Tabii ki zulümlerden kaçarken, keyfi-haksız tutukluluklardan kaçarken Meriç'te, Ege’de boğulanlar, tutuklu iken ölenler, yoğun bakım odasında bile kelepçeleri açılmayanlar, dokuz aylık hamile iken bile tutuklanan, küçücük bebekleri çocukları ile birlikte veya onlardan ayrı bir şekilde tutuklanan kadınları düşündükçe kendimden utanıyorum... Öte yandan iftiraları hazmeden hatta buna inanıp adeta ''ben ettim siz etmeyin'' pişmanlığı içinde duruşmalarda(!) süklüm püklüm, ezik durup, ola ki merhametlerini celbederim de tahliye edilirim veya ceza vermezler veya daha az ceza verirler anlayışı ile, beklentisiyle neredeyse iftiracı itirafçılar derecesine düşenleri duydukça da kızıyorum. Ve işte bu kızgınlık içinde somut örnekleri kastederek yazıklar olsun suçunu kabullenip evde kalanlara, gayretsizlere, boş duranlara hakkımı helal etmiyorum demiştim. Muhatapları kendilerini bilirler, başkaları üstüne alınmaz zannetmiştim ama kızımın yazdığı mektubu okuyunca üzüldüm. Meğer ne çok insanı haksız yere itham etmişim. Tanıyan tanımayan bütün güzel insanlardan özür dilerim, affetsinler. Açık ve kapalı görüşlerde duygusallık zirve yapıyor bir çok duygu, üzüntü, öfke, acıma aynı anda yaşanabiliyor. Bilinmelidir ki kavgada söylenen sözler tehdit edici sözler, suç kabul edilmez. Biz de nefsimizle kavgalı iken akıl süzgecinden geçirmeden hatalı sözler ettik. Kim bilir belki hayırlara vesile olmuştur?
Abdülmelik Fırat'ın bir kitabında okumuştum. Hz. Musa yolculuk esnasında mola vermiş eşeğini bir ağaca bağlayıp namaza durmuş. O esnada yaklaşan bir kurt görmüş. Hz. Musa namazı bozmadan içinden ''Allahım bu hayvanı ıslah et bize zararı dokunmasın'' diye temenni etmiş. İbadeti bitirip dönüp baktığında ne görsün, eşeğin ipi kurdun boynuna dolanmış ve kurt cansız yerde yatıyor. Hz. Musa ''Allahım ben senden onu ıslah etmeni istemiştim ölsün istememiştim'' der Allah Hazreti Musa’ya seslenir ''ey Musa onu yaratan biziz onun ıslahı ancak böyle olur''
Dedem okuryazar değildi bu kıssayı duymuş muydu bilmiyorum ama şu sözünü hiç unutmam ''domuz salavatla durmaz'' bu derin anlamlı veciz şu yukardaki kıssayı tek cümleyle özetler.
Mektubun başında belirttim suçumuzu,derdimizi cezası ne olursa olsun seviyoruz. Bu halde sorun nedir denilecek olursa, sorun İzzetbegoviç‘in dediği gibi ''düşmanlarımızın sözleri değil dostlarımızın sessizliğidir'' düşmanın taşı yaralamaz ama dostun gülü yaralar.
Neyse daldan dala atladık pek iç açıcı bir mektup olmadı. Silahlı terör örgütü üyeliğiyle suçlansak da sabırdan başka silah bilmiyoruz demiştim duruşmada ve eklemiştim, ''gün gelecek bile bile zulmettiğiniz bu insanlardan af ve merhamet dileneceksiniz ama korkarım bu bile herkese nasip olmayacak'' o günler yakındır.
...
Unutmadan demişsin ki mektubunda ''ne yapılabilir?'' Kanaatimce bu sorulması geç kalınmış bir sorudur. Bu kadar yıl geçti geçen yılların ayların günlerin gereği yapılmamışsa (ki buna asla ihtimal vermiyorum soruyu yanlış sorduğunuzu farz ediyorum!) her şeyi oluruna bırakın gitsin!
...
Hüsamettin Uğur
*üç nokta konulan yerler sakıncalı göründüğü için cezaevi tarafından sansürlenen ya da konudan bağımsız, bize yazdığı kısımlar olduğu için benim atladığım/yazmadığım yerlerdir.
Sabır taşı çatlar yeter artık
YanıtlaSil