Temmuz 12, 2020

Mektup Görünümlü Dilekçe

Canlarım merhaba;

1)Biliyorsunuz, son iki mektubuma da gerçek sebepleri malum olan ama gösterilen gerekçeleri komik olan sebeplerle el konuldu. Böylece 23.09.2019’dan beri size mektup ulaştıramamış oldum. İlk el konulan mektubun hikayesini biliyorsunuz. Yargı kararı ile sansürlenen halini de size gönderdim. 27 Ocak’ta göndermek istediğim mektuba da (dört sayfa) bir bahaneyle el konuldu. Neymiş ''kişi ve kuruluşları paniğe sürükleyecek yalan ve yanlış bilgiler içeriyor''muş...
2)Kısmen sakıncalı görünen mektubun (İnfaz tüzüğü 123.md. göre) sakıncalı kısımlarının karalanarak, disiplin kurulu kararıyla birlikte tarafıma teslimi gerekir. ...
3)Fakat idare apaçık suç işleyerek kısmen sakıncalı gördüğü mektubumu sakıncalı kısımları çizilmiş halde bana teslim etmedi. ... Kurul kararı ile birlikte gereklilikler yerine getirilmeyince 30 Ocak tarihli bir dilekçeyle gerekli hususları hatırlattım ama cevap bile vermeye tenezzül edilmedi. 
... 
Müdürle görüşme talebim de ''görüşecek bir şey yok yargı sürecini beklesin'' şeklinde bir memurla sözlü olarak karşılandı. Görüşebilseydim mektuba usulsuz olarak el konulduğunu açıklayacaktım.
4)...
5)... 
6) İkinci mektubum ''panik yaratacak yalan yanlış bilgi'' içeriyormuş sanki bu cezaevinde (korona virüsü'' var hatta ondan da tehlikeli ''mikrop''lar var her an ölümler meydana gelebilir, diye yazmışım. Farazi örneğe gerek yok aslında, el konulan mektubumda kızımın yazdığı mektuba cevaben (hakim savcılara bunlar yapılıyorsa kim bilir adli mahkumlara neler yapılıyordur, olan bitenleri yaz şekilde yazınca) ben de ''burada olanları yazsam bu mektubum gönderilmez, 12 Eylül sonrası Diyarbakır cezaevi desem, zaman aşımına uğramayan suçlar desem anlayan anlar'' şekilde yazmıştım hatta devamında da ''adalet bakanlığı etkili bir soruşturma yapılacağına kamuoyu önünde söz versin burada her türlü suçun işlendiğini ispatlayabiliriz'' diye de yazmıştım. 
7) İşte gerçekten ''kişileri, kurumları hatta bütün ülkeyi paniğe sevk edecek'' bilgilerdi bunlar. Eğer gerçekten böyle ciddi iddialar ciddiye alınsaydı; başta kurum 1. müdürü ve diğer amirler, mektup okuma komisyonu ve disiplin kurulu üyeleri harekete geçer, ''ne demek bu cezaevinde işkence ve benzer suçlar mi işleniyor, gel bakalım Hüsamettin Uğur, bildiklerini gördüklerini anlat, biz bu iddiaları ihbar kabul ediyoruz, idari soruşturma başlattık, adli yönden de gereği için mektubun bir nüshasını savcılığa gönderiyoruz'' derlerdi fakat nerdeee?.. Bunun yerine sekiz sayfalık mektubun 9.5 satırını sakıncalı  görüp mektuba tümüyle el koydular. Tüzüğün 123. maddesini ihlal ettiler. Disiplin Kurulu kararıyla  birlikte sakıncalı kısımları çizilmiş mektup fotokopisini bu kez de vermediler. Neden acaba?
8)...
9)Eğer gerçekten hukuka saygılı bir yönetim olsaydı müdür görüşmesinde bana ''sana sana savaş açtık'' denilebilir miydi? (bu sözler tutuklu statüsünde iken söylenmiştir) Müdür görüşmelerinden sonuç alamayınca 1. müdürle görüşme taleplerim de karşılanmayınca cezaevi savcısı ile görüşmek için iki kez dilekçe verdim (30.10.2019 ve 27.11.2019 tarihli) dilekçelerin akibetlerini sordum. ''Göndermedik savcı gelirse söylüyoruz'' dediler. O günden beri en az dört kez genel arama yapıldı demek ki cezaevi savcısı en az dört kez geldi. Neden görüştürülmüyorum? Kim neden niçin korkuyor? Kim neden neleri saklıyor? Nereye kadar? 
10) Bunu bir mektuptan ziyade bir dilekçe gibi yazdığımın farkındayım. Çünkü; yazdığım dilekçeler ya okunmuyor ya da okunup işlerine gelmeyince sümen altı ediliyor. Akıbetini sorunca ''kayıtlarda rastlanmamıştır'' deniyor. Ve nedense bu dilekçelerin hepsi de cezaevi idaresinin tasarruflarına yönelik  oluyor. İdarenin uygulamalarını şikayet eden, infaz hakimliğine gönderilen dilekçeler oluyor. Ama mektuplar satır satır okunup derhal el konuyor ve bu mektuplar cezaevinde işlenen suçlardan söz eden mektuplar oluyor. O halde bu sefer mektup görünümlü dilekçe yazmayı denemeliyim ki okunsun. Birinci müdür okusun, infaz hakimi okusun, hakimin mütalaa aldığı savcı da okusun ve hepsi de bir kez daha ''imtihan'' edilsin.Bakalım kim neyi görecek, kimler neyi görmemezlikten gelecek?
11) ... Böylece disiplin kurulu üçüncü kez infaz tüzüğünün 123. maddesi ile imtihan olacak. Bakalım bu sefer kurul üyelerinden biri ''ya bu ne diyor gidip bir daha bakalım neyi yanlış-eksik yapıyoruz'' diyecek mi? Yoksa bir kişi karar verip diğer üyeler sadece imza mı atacak? Bugün bunu kabul etmeseler de yarın bunu itiraf edecekler. Bugünlerde sudan bahanelerle el konulan bu mektuplar yarın özürler dilenerek ve çerçeveletilerek teslim edilecek.
12) Evet canlar sizi unuttum. Binde bir ihtimal değil ama şayet bu mektuba yol verilir de size ulaşırsa (çırpındıkça battık daha fazla Metastaz yapmasın düşüncesiyle?!) (veya ilk el konulan mektupta olduğu gibi keskin PTT'de barkod yapıştırıldıktan sonra gizli, yetkisiz ama etkili bir el sakıncalı görüp geri çevirmezse) Bugünlerde dilime pelesenk olan bir beyit var ama ben mi yazmıştım bir yerlerden aklımda mı kalmış bir türlü çıkaramadım.
 Zülfü yâre dokunurmuş, dokunursa dokunsun 
 Al kaşağıyı gir ahıra, yarası olan gocunsun
13)...
14) Birinci müdür, mektup okuma komisyonu, disiplin kurulu üyeleri ile infaz hakimi cevap versin: El konulan ilk mektubum okunup görüldü kaşesi vurulup postaya verildikten (barkod yapıştırıldıktan) sonra, hangi el postaneden geri çevirdi de 8-10 gün sonra, geriye dönüp tarihlerle kararlar alındı? Bu sahtecilik değil mi?
15) Birinci müdür, idare ve gözlem kurulu üyeleri ile infaz hakimi cevap versin: tekli odada (hücrede) tutulma uygulamasının dayanağı güya idari kurul kararıymış! Bakanlığın bu konuda gizli ibareli yazılı talimatı yokmuş, öyle mi? kanan memnun kandıran memnun, kime ne, öyle mi?
...
...
Hüsamettin Uğur

*üç nokta koyarak geçtiğim yerler sakıncalı bulunduğu için cezaevi tarafından sansürlenen yerlerdir. 

El Konulmuş Bir Mektup

...
          Size bir haber daha vereyim: Gönderdiğiniz ikinci kitap da cezaevi güvenliği için tehlikeli görülüp verilmedi, itiraz ettim, henüz infaz hakimliğinden ''beklenen-malum'' karar gelmedi. Ama ''METASTAZ'' için yaptığım itiraz reddedildi. Can Dündar’ın ''Tutuklandık'' kitabı iki yönden tehlikeli imiş (eğitim kurulu kararına göre) Birincisi Can Dündar da terör örgütü üyesi iddiasıyla tutuklanmışken yurt dışına kaçıp dönmemesi ikinci olarak da MİT Tırlarında silah olduğu iddiasında bulunması... İşte bu iddiaları içeren kitap bana verilseymiş cezaevinin güvenliği olumsuz etkilenebilecekmiş! Kısaca yaptığım itirazda şunları yazdım: ''Umarım kurum güvenliği kavramını kararınızda açıklarsınız da devletin resmi bir kurumu daha fazla itibarsızlaştırılmaz, yıpratılmaz. Tutuklandıktan uzun süre sonraya kadar devletin (ve yargının) düşürüldüğü duruma üzülüyordum fakat artık değil. Bu gibi şeyler artık mizah ihtiyacımızı karşılıyor! Ya müsebbibi biz olmadığımız bu durumlara son verirsiniz ya da idarenin keyfi tasarruflarını tescilleyerek 'infaz hakimi' değil 'yargısız infaz hakimi' olduğunuz yönündeki kanaatimi pekiştirirsiniz! Karar sizin...''
          ''Kifayetsiz muhterisler'' devrinin yargısı bugüne kadar çok şükür beni utandırmadı, her iddiamı tescilledi... ama ben bıktım artık haklı çıkmaktan bıktım! Zaten suçumuz da bu değil mi? 
          Amin Maalouf'un Semerkant romanını yeni okudum. Bir yerde ''zayıflar için haklı olmak bir suçtur ve iki kat cezaya çarptırılırlar'' der. Madem haklıyız, suçumuz buysa, cezasına da razıyız. Duruşmada dediğim gibi ''suçumuz buysa suçumuz derdimizdir, suçumuzu seviyoruz'' varsın ''körler memleketinde görmek bir hastalık sayılsın'' (Cenap Şehabettin) 
          Bir memleket ki körler sağırlar birbirini ağırlar. Taşlar bağlı, köpekler serbest, tilkiler kümeslere bekçi, kuzular kurtlara teslim! hayır daha fenası... kuzuları kurtlar değil çobanlar yiyiyor! Minare güpegündüz ve kılıfsız çalınıyor; haksızlık hak, yolsuzluk yol bellenmiş, bir zamanların mücahitleri ''inşaat ya Resulallah'' diyerek müteahhit oldular! Üstüne üstlük ''aldatma ustaları'' olup firavun gibi ''halkın aklını çeldiler'' Rabbim içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak etmesin. İbni Mukaffa'nın asırlar öncesinden yaptığı tespit ile; ''en kötü zaman, yönetenin ve halkın zulümde birleştiği zamandır.'' Bir halk ki zulüm altında ama farkında değil ve daha da kötüsü zalimden yana! Özgürlük düşmanı halinden memnun köleler gibi!.. Hazreti Ali’nin ifadesiyle ''zulüm iki taraflıdır zulmeden ve zulme razı olan''
          Bakıyorum her fırsatta Firavun ve Nemrut‘dan, hilafeti saltanata çeviren Muaviye ve Yezit'den, kıtalar dolaşan Ebu Cehil'lerden söz ediliyor. İyi ama bunların karşısında, Hz. Musa, Hz. İbrahim, Hz.Ali ve evlatları, Hz. Peygamber ve ümmeti vardı. Onlardan ne haber? 
Herkese mi imanın en alt derecesi olan; haksızlıkları zulümleri kalbiyle buğzetmek (kınamak) düştü? Herkese mi viranelerin yasçısı baykuş olmak düştü? Herkese mi Endülüs’ün son yöneticisi gibi oturup kadınlar gibi ağlamak düştü? (kadınlar gibi ifadesini o kişi hakkında annesi kullanmıştı ben değil) 
Bu kadar haksızlık zulüm karşısında susan ''dilsiz şeytanlar'' vicdanlarına nasıl bir susturucu takmış? 
...
          Savunmamda ''olmayan adaleti adaletin bakanlığı'' diye bir başlık açmıştım. Burada Türkiye-İsviçre heyetleri arasında yaşandığı belirtilen bir diyaloğa yer vermiştim. Türk heyeti İsviçrede denizcilik bakanlığı olduğunu öğrenince şaşırıp sorar ''nasıl olur sizde deniz yok ki?'' İsviçre heyeti de cevap verir ''sizde de adalet yok ama bakanlığı var'' Dolayısıyla kimse olmayan adaletin bakanlığına seslenip, bilgisi, haberi yokmuş gibi ''yüksek yargıç üç yıldır hücrede bunların hesabını nasıl vereceksiniz?'' diye sormasın. Bizzat Adalet Bakanlığının emri-talimatı ile Sincandan bir gecede Keskin'e Silivri’ye Ereğli‘ye nakledildik.
          Hücre şartları yazmakla bitmez. Bir kısmını birleşmiş milletlere müracaat amaçlı olarak avukat hanıma yazıp vermiştim. Bunlar kesinlikle insanlık dışı, zalimane, işkence teşkil eden muamelelerdir. Avukat hanımdan isteyip al, benim söylediğimi belirterek, mümkünse ingilizcesi ile birlikte. İşte bu gibi şeyleri mektuba yazamam çünkü kesinlikle o mektup gönderilmez. Burada anayasal bir hak olan şikayet bile açıkça ''tehdit'' olarak algılanıyor!? Ayrıca bu gibi muameleleri kimse ziyaretçisine söylemek istemiyor. Neymiş, üzülmesinler!.. Arkadaş, bu senin benim sorunum değil, bu bir insanlık suçu hatta soykırım, söylenmez yazılmazsa nasıl kamuoyu öğrenecek? Ayrıca ziyaretçilerimiz dışarda çok mu mutlu mesut ki üzülmesinler, onlar da en az bizim kadar yokluğa, sivil ölüme mahkum edilmiş durumdalar.
          Hatta bu yaşanan, yaşatılan haksızlıklar ve zulümleri neredeyse ''benimsemiş, içselleştirmiş'' kimseler var! Bundan sevap umarak ''teslimiyet, tevekkül'' anlayışı (!?) içinde... Bunlar benim anlayabileceğim şeyler değil. Evet zor zamanlardayız ama önemli olan da bu değil mi? Zor zamanlarda konuşmayacaksak, yazmayacaksak, zalime zulmünü yüzüne karşı haykırmayacaksak ne zaman konuşacağız? Bütün acılar, elemler geçtikten sonra hey gidi günler diye başlayarak torunlarımıza mı anlatacağız?..
          Mektubunda birisinin ''cezaevinde yüksek yargıçlara, hakim savcılara bunlar yapılıyorsa diğerlerine ne yapılmaz ki'' diye yazdığını belirtmişsin. Doğru demiş ama asla tahmin edilemez neler yapıldığı.. 12 Eylül sonrası Diyarbakır cezaevi desem akla neler gelir acaba? Zamanaşımına uğramayan suçlar desem?! Bilenler bilir..
          Adalet Bakanı kamuoyu önünde söz versin etkili bir soruşturma yapılacağına; bir kamu görevlisinin işleyebileceği her suçun işlendiğini ispatlayabiliriz. Fakat mümkün değil, ''FETÖ'' sanıkları her türlü suçun şüphelisi, sanığı olabilir ama zinhar hiçbir suçun müştekisi, ihbarcısı olamaz!.. Zaten kamu görevlilerine OHAL Kararnamesi ile getirilen her türlü ''adli, idari, cezai, mali dokunulmazlık'' kanun hükmü haline getirildi!.. Ve inanıyorum ki en yüksek seviyede sırtları sıvazlanıp her türlü hukuksuzluk içinde teminatlar verilmiştir. Aksi halde asla ve asla mümkün değil bu yapılanların; açıkça, inanılmaz cüret ve cesaretle yapılması!..
          Evet bu ülkede başbakan ve bakanlar asıldı. Yargıtay Başkanlığı da yapan Sami Selçuk daha geçenlerde ''O mahkeme ve yargılamanın yargı ve adalet tarihimizde utanılası bir kesiti olduğunu, Menderes ve arkadaşlarının asılmasının, devletin tasarlayarak işlediği yüz kızartıcı bir cinayet olduğunu'' açıkladı. Ve bu ülkede İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken Erdoğan cezaevine girdi, Genelkurmay Başkanı Başbuğ tutuklandı, M. Haberal, dış işleri ve adalet bakanlıkları yapan M. Ağar tutuklandı ve hapis yattı. Ama hepsi içinde cezaevleri özel olarak dizayn edildi, her türlü konfora imkan sağlandı. Hatırlıyorum, ve hiç unutmuyorum M. Haberal tutuklu olarak hastanede iken, bir elinde tespih olduğu halde, yılışık yılışık gülerek dalga geçiyordu! ve o ortamda görevini (Rektör-başhekimlik) yürütüyordu. Bize uygulanan ise ağırlaştırılmış tutukluluktur ve hiçbir kanunda, mevzuatta yeri yoktur. Çünkü biz ''dünyanın en tehlikeli terör örgütü'' üyeleriyiz!.. Evet sulh ceza hakimleri böyle yazıyordu kararlarında. Ne oldu? AİHM'de BM'de hiçbir delil olmadan tutuklandığımızı açık açık belirttiler. (bakınız Alparslan Altan kararı, bakınız Hamza Yaman Mestan Yayman kararı.) Bu tespitler iki yüze yakın yüksek mahkeme üyesi ve binlerce hakim savcı için de geçerlidir.
...
          Aslında devlet de (Adalet Bakanlığı ve kurum idaresi de) bizim terörist olmadığımızı, olamayacağımızı biliyor. Bilmese ve böyle kabul etmese, ''terör örgütü üyeleri'' ile ''itirafçıları'' aynı koğuşta tutar mı? Bu uygulamanın PKK, İŞİD ve diğer terör örgütleri için yapılması mümkün mü? Mümkün müdür PKK’lı  bir tutuklu, hükümlünün haksız-hukuksuz da olsa her uygulamaya rıza göstermesi, yemek verildi bahçeye çıkarıldı diye teşekkür etmesi?! Az önce de belirttim ibadet neşvesi içinde zulümlere boyun eğenler var.
          Tabii ki zulümlerden kaçarken, keyfi-haksız tutukluluklardan kaçarken Meriç'te, Ege’de boğulanlar, tutuklu iken ölenler, yoğun bakım odasında bile kelepçeleri açılmayanlar, dokuz aylık hamile iken bile tutuklanan, küçücük bebekleri çocukları ile birlikte veya onlardan ayrı bir şekilde tutuklanan kadınları düşündükçe kendimden utanıyorum... Öte yandan iftiraları hazmeden hatta buna inanıp adeta ''ben ettim siz etmeyin'' pişmanlığı içinde duruşmalarda(!) süklüm püklüm, ezik durup, ola ki merhametlerini celbederim de tahliye edilirim veya ceza vermezler veya daha az ceza verirler anlayışı ile, beklentisiyle neredeyse iftiracı itirafçılar derecesine düşenleri duydukça da kızıyorum. Ve işte bu kızgınlık içinde somut örnekleri kastederek yazıklar olsun suçunu kabullenip evde kalanlara, gayretsizlere, boş duranlara hakkımı helal etmiyorum demiştim. Muhatapları kendilerini bilirler, başkaları üstüne alınmaz zannetmiştim ama kızımın yazdığı mektubu okuyunca üzüldüm. Meğer ne çok insanı haksız yere itham etmişim. Tanıyan tanımayan bütün güzel insanlardan özür dilerim, affetsinler. Açık ve kapalı görüşlerde duygusallık zirve yapıyor bir çok duygu, üzüntü, öfke, acıma aynı anda yaşanabiliyor. Bilinmelidir ki kavgada söylenen sözler tehdit edici sözler, suç kabul edilmez. Biz de nefsimizle kavgalı iken akıl süzgecinden geçirmeden hatalı sözler ettik. Kim bilir belki hayırlara vesile olmuştur?
          Abdülmelik Fırat'ın bir kitabında okumuştum. Hz. Musa yolculuk esnasında mola vermiş eşeğini bir ağaca bağlayıp namaza durmuş. O esnada yaklaşan bir kurt görmüş. Hz. Musa namazı bozmadan içinden ''Allahım bu hayvanı ıslah et bize zararı dokunmasın'' diye temenni etmiş. İbadeti bitirip dönüp baktığında ne görsün, eşeğin ipi kurdun boynuna dolanmış ve kurt cansız yerde yatıyor. Hz. Musa ''Allahım ben senden onu ıslah etmeni istemiştim ölsün istememiştim'' der Allah Hazreti Musa’ya seslenir ''ey Musa onu yaratan biziz onun ıslahı ancak böyle olur''
Dedem okuryazar değildi bu kıssayı duymuş muydu bilmiyorum ama şu sözünü hiç unutmam ''domuz salavatla durmaz'' bu derin anlamlı veciz şu yukardaki kıssayı tek cümleyle özetler.
Mektubun başında belirttim suçumuzu,derdimizi cezası ne olursa olsun seviyoruz. Bu halde sorun nedir denilecek olursa, sorun İzzetbegoviç‘in dediği gibi ''düşmanlarımızın sözleri değil dostlarımızın sessizliğidir'' düşmanın taşı yaralamaz ama dostun gülü yaralar.
          Neyse daldan dala atladık pek iç açıcı bir mektup olmadı. Silahlı terör örgütü üyeliğiyle suçlansak da sabırdan başka silah bilmiyoruz demiştim duruşmada ve eklemiştim, ''gün gelecek bile bile zulmettiğiniz bu insanlardan af ve merhamet dileneceksiniz ama korkarım bu bile herkese nasip olmayacak'' o günler yakındır.
...
          Unutmadan demişsin ki mektubunda ''ne yapılabilir?'' Kanaatimce bu sorulması geç kalınmış bir sorudur. Bu kadar yıl geçti geçen yılların ayların günlerin gereği yapılmamışsa (ki buna asla ihtimal vermiyorum soruyu yanlış sorduğunuzu farz ediyorum!) her şeyi oluruna bırakın gitsin!
...
Hüsamettin Uğur

*üç nokta konulan yerler sakıncalı göründüğü için cezaevi tarafından sansürlenen ya da konudan bağımsız, bize yazdığı kısımlar olduğu için benim atladığım/yazmadığım yerlerdir. 

Temmuz 11, 2020

yazdım

          Öncelerde Turgut Uyar'a ait sandığım sonralarda olmadığını öğrendiğim, zaten kime ait olduğunun çok da önemi olmayan bir şiir var. Palyaço. Henüz hayatım yolundayken ve akarken ancak ben hayatımı akmıyor sanarken içimi dökmek için yazmayı seçerdim. Palyaço şiirinde geçen ''yazdım, yazmazsam ağlayacaktım'' dizelerini çok severdim, gerçekten yazmazsam ağlayacaktım. Bu dizelerin isminde bir blog açmış, aklıma hangi an hangi düşünce eserse kalkar yazar olmuştum. Seneler sonra yazdıklarımı okumak hem anı biriktirdiğim için kendime teşekkür etmeme hem de o zamanlar akmıyor sandığım hayatımın güzel yanlarını görmeme vesile olmuştu.
          Buna tekrar ihtiyaç duyuyorum. 
          Geçen son altı ayıma bakıyorum ve kendim için yaptığım tek bir şey bulamıyorum. ''Başkaları için çabalıyorum kendime vakit ayırmıyorum'' değil hiçbir şey için çabalamıyor hiçbir şeyle uğraşmıyorum. Dolup dolup taşamıyor tüm dolmuşluğumla oturup kalkıyorum. Tüm dolmuşluğumla oturup kalkmak istemiyorum.
          Dün gece şiir okuyordum. Eskiden okuduğunuz şiirleri okumak, filmleri izlemek, şarkıları dinlemek eskiye özlemin işaretiymiş. Aklımda bunlar vardı. Palyaçoyu buldum. Birçok dizesini özümsediğim şiirin birçok dizesini aklımdan geçiştirdiğimi ezberden okuyup geçtiğimi fark ettim. ''yazmazsam alçak olacaktım'' diyormuş. Susanların gözümde alçak olduğu şu günlerde okuyunca bu dizeyi çekip çıkartmak, liseye dönüp psikoloji dersinde ''algıda seçicilik'' konusunu işlediğimiz zamanları hatırlatıp gülümsetti. Gülümsemeye bahane aramışım.
          Gülümsemeye bahane arıyorum. 23 yaşımdayım ve bu yaşımın yarısını güçsüz, bitik geçirdiğimi fark ettiğimden beri gülümsemeye bahane arıyorum. 
          Yazmaya bahane arıyorum. Anılarımı hatırlayamadıkça, kendimi geçmişe gitmeye o anda kalmaya/olmaya zorladığımdan beri yazmaya bahane arıyorum. Üstelik bu sefer lise çağlarımda yaşadığım aşk acılarından, arkadaş kavgalarından, ergenlik sancılarından daha yazmaya değer günler geçiriyorum. Babamın beni inandırdığı, tarihe konu olacak günlere şahit oluyorum. 
          ''Üzülmeyeler diye ailelerine anlatmıyor içerdeki arkadaşlar yaşadıklarımızı. Sanki üzülmüyorsunuz. Ben size her şeyi an an anlatma taraftarıyım. Bu yaşadıklarımı ilerde torunlarımın karşısına oturup hey gidi günler diye anlatınca bir anlamı olmaz, torunu uyutmalık masal olur. Mühim olan şuan susmamak. İş işten geçtikten sonra konuşmanın hiçbir anlamı yok'' demişti babam. Babamın öyküsünün yanında benim hislerim, yaşadıklarım belki toruna masal niteliğindedir. Ama toruna masal bile olacaklarsa hatırlayabilmem için yazmam gerekiyormuş. 
          Söz uçar yazı kalırmış iki cihanda, kaleme de tedbir konulmazmış. Dillerimi hakim bey, bağlasan durmazmış.




 BÖLÜM SONU CANAVARI 
 
''eksilmesin hiçbir şey   
hiçbir şeyden dahi olsa  
kalsın biraz   
umursamıyorum yılgınlığımı filan  
çünkü sessizce yaşanmalı her şey 
bir devrim sessizce olmalı mesela 
ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun''